19 Ekim 2013 Cumartesi

The Great Gatzby

Yazmayalı çok uzun zaman olmuş. Heyecan duymak ve zaman bulmanın bahanesi ile yazmanın zamanı diye düşündüm.
The Great Gatzby

Akıllı telefonumu ilk aldığım zamanlarda uygulamalarda kitabını bulmuş okumaya çalışmıştım. Hem ufacık ekrandan okuma zorluğu, hem İngilizce olması, hem de ufak aralarda okumaya çalışma anlamamı zorlaştırınca bıraktım. İzlemek de bugüne kısmetmiş.
Unutmadan düşündürdüklerini yazayım dedim.
Film sinemalarda oynayalı uzun zaman oldu, biraz hakkında okuyabildim. Kitabı okuyup filmi izleyenler, filmi sadece bir aşk hikayesinden ibaret anlatmış diye eleştirmiş. Ben ise tam bir aşk hikayesi görmedim. Ben ne gördüm?
Filmde savaşların, ülkelerin, halkların, ideolojilerin, umutların, insanların simgeleştirildiğini gördüm sanki.
Şanlı bir geçmişi olmayan, parlamaya çalışan, Avrupalı olmaya çalışan Amerika; Gatzby (partilerinde, hizmetinde her çeşit insan, politikacılar, kaçakçılar, fesli çalgıcılar, zengin insanlar ve hepsi bulundukları koşulların nasıl bir araya geldiğinden bihaber).
İnsanlara davranışı, ayrımcılığı, Hitler tipi ile ırkçı, asil Avrupa tipindeki  soylu (!) insanlar; Tom Buchenan (farklı aksanlı uşaklar, asil zevkler...).
Kendi eğlencesi, sefası için kullandığı, yanlarında her zaman tanrının olduğu halk; motor tamircisi, karısı, tüm hizmetliler.
Fırsatı değerlendirip yükselmeye çalışan tüm insanlar, kapitalist düzen sayesinde yükselenler.
Küçük bir aşk macerası ile hayatı renklenen ama asla özünden uzaklaşmayacak Avrupalılar ya da tuzu kurular (bunu sadece Avrupalılara mal etmemek gerekli), şaşaa, ihtişam, lüks düşkünlüğü: Daisy
--------------Spoiler ----------------------------------------------
Gatzby ölür ve umutla, iyi niyetle yapılmaya çalışılan her şey ölür.
Pembe takımlı Gatzby'nin ve tüm umutluların bu cennet hayaline ulaşmak için yeşil ışığı söner...
--------------Spoiler ----------------------------------------------

God knows what you’ve been doing, everything you’ve been doing. You may fool me, but you can’t fool God!

3 Şubat 2013 Pazar

Adalet, Sizsiniz


Adalet, sizsiniz!
Adaletsizsiniz!

Bu iki söz bizim yönlendirebileceğimiz ve yönlendirilebileceğimiz iki söz.
Çünkü dünyada olan her türlü adalette, adaletsizlikte sesimizi çıkararak ya da çıkarmayarak az ya da çok katkı sahibiyiz.
Yazının belki sonunda olması gereken sözü başta söyledim ama olsun, bu da böyle olsun.

Adalet, sizsiniz oyununu Rutkay Aziz ve Taner Barlas tarihten örnek üç adaletsizliği gösteren davada farklı rolleri üstlenerek sergiliyorlar.
Sokrates, ki kendisi lisede felsefe dersinde bir ödev alarak kendisi hakkında daha fazla bilgi edinmemi sağlayan ünlü filozoftur ve internette ilk tanıştığım seneler deliler gibi mirc chatleri yaptığım zamanlardaki nickimdir aynı zamanda. O zamanlar pek de bilinçli bir şekilde edinmediğim bu nick, aslında benim hayat boyu olmak istediğim insan erdemlerini barındıran kişilerden biri.
Evet uzattığım konu, ilk davanın Sokrates'ın Atina'da yargılanmasını anlattığı dava olduğu ile özetleyeyim. Sokrates gençleri düşünmeye sevkettiği için çeşitli iftira ve yakıştırmalarla yargılanmaktadır. Mantık ve tutarlılık ile kendini açıklar ve ancak mantıksızlık ve tutarsızlıkla anlaşılmayarak/anlamazdan gelinerek baldıran zehiri içerek ölüme mahkum edilir.
İkinci dava ise Galileo'nun  güneş sistemindeki düzeni gözlemleyip ve daha önceki bilim adamlarının çalışmalarını derleyip yayınlaması üzerine Engizisyon mahkemesi tarafından yargılanması üzerinedir. Tarih boyunca malesef din hep bu şekilde gizlenmiştir ve malesef hala da bu gizleme beyin yıkamalarla devam etmektedir. 
Burada aklıma Münih'e gittiğimde gördüğüm aslan heykelleri geldi. Bu heykellerden birinin ağzı açık iken diğerinin ağzı kapalı ve kiliseye dönüktür. Bu da kiliseye hala birşey söylenemeyeceğini ifade etmektedir.

Son dava ise masum oldukları ortada olduğu halde günah keçisi  olarak seçilmiş iki masum göçmen İtalyan Vanzetti ve Sacco'nun bile bile suçlu bulunmasını anlatmaktadır.
Oyun'u soluksuz izledim diyebilirim. Özel tiyatro'da oynadığı için bilat fiyatı devlet tiyatrolarına göre biraz yüksek, belki öğrenciler için daha uygun gösterimle düzenlenebilir. Ama Madonna, Tarkan konserlerine EUR cinsinde ödeme yapmayı esirgemeyen insanların olduğunu da hatırlatarak, bu harika oyun için çok pahalı eleştirilerinde bulunanlara biraz fazla ödemelerini ve ödediklerine değeceğini hatırlatıyorum...

Kitaptan Uyarlama Filmler

Eskiden eğer bir kitabın filmini izleyebiliyorsam neden kitabını okuyayım ki diye düşünürdüm. Herhalde bu daha çok Stephen King tipinde yazarların film uyarlamalarını düşünmemden ileri geliyordu.
Farklı yönetmenler, konular keşfettikçe ve izlediklerim hakkında daha fazla bilgi edinmek istedikçe bazı filmlerin kitaplarını okumam gerektiğini hissettim.
Sevgili antilopçuğumla bir konumuzun da bu olabileceğini düşünmüştük. Konu hakkında yazmaya başlamadan hem filmini hem de kitabını okuyup beğendiğim/beğenmediğim, filmini izlemek istediğim kitap ve kitabını okumak istediğim filmleri listeleyeyim dedim (ne zor cümle oldu yahu :)):

Beğendiklerim:
Kelebek (Papillon): Film de kitap da çok sürükleyici. Film daha izlenesi olsun diye bazı karakterler ön plana çıkarılmış olabilir ama kitap o kadar ayrıntılı ki, ancak bu kadar yapılabilirdi diye de içimden geçiyor.

İnsanın affedici, takdir edici yönünün dünyayı güzelleştirebileceğine bir örnek. Henri samimiyeti, çalışkanlığı ve azmiyle de bu sayede saygı kazanıyor.

Kiev'deki Adam (The Fixer): Kitabını çok beğendim. Filmi de beğendim ama altyazısı olmadığı için (bulunmuyor altyazı malesef, o kadar hırs yaptım ki İngilizcesini bulsam Türkçe'ye çevirecektim) aslında kitabı okumasam filmden hiç birşey anlamazdım.O yüzden aslında biraz taraflı bir beğenme oluyor sanırım. Kitapta zaten bildiğim olayları izleyip kitaptan hatırlayarak ve bildiğim bölümlerle eşleyerek anladım bir çok sahneyi. Alan Bates'in harika bir oyunculuk sergilediğini söyleyebilirim.
Film olduğu zamanı çok güzel şekilde yansıtmış. Kostümler, mekan, oyunculuk adeta sinema dersinde ilgili konularda örnek verilebilecek titizlikte yapılmış. Murathan Mungan'ın bir yazısında neden bizde tarihi film yapılamıyor diye güzel güzel açıklamıştı. Yapmak isteyenlerin özellikle mekan ve kostüm için bu filmi izlemesini öneririm. Yakov Bok'un filmin bir sahnesinde çizmelerini çıkardığında ayaklarında çorap değil de sarılmış paçavranın olması bile harika bir ayrıntı.
Karışık yazımı son bir bilgi vererek bitiriyorum. Kitap gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmış, 1913'te hristiyan bir çocuğu öldürmekle suçlanan Menahem Mendel Beilis'in "Beilis trial" ya da "Beilis affair" olarak geçen davasından esinlenerek ve bazı ana detaylar değiştirilerek yazılmış (Oldukça enteresan bir konu, merak edenler wikipedia'da linkten linke tıklayarak daha fazla bilgiye erişebilir).

Kayıp (Missing): Costa Gavras filmleri izlerken önce filmini izledim, ardından kitabı bulup (artık basımı yok ancak sahaflardan bulabilirsiniz) okudum. Her ikisini de beğendim. Bu filmi Z, Etat de Siege ve Confession üçlemesinin kardeşi sayabiliriz.

Da Vinci Sifresi: Aslında pek okumadığım türde bir kitap. Bu da eskilerdeki düşünceme uyuyor. Film bence çok güzel bir uyarlama olmuş. Ama ilk filmi izlesem büyük ihtimalle kitabı okumazdım...

Uçurma Avcısı: Kitap ile filmin etkileyiciliğinin hiç ilgisi yok. Filmi izlemenizi değil de, kitabını okumanızı mutlaka tavsiye ederim.



Bir Gun (One Day): Kitabini cok keyifle okudum (bayan kitabi denebilir). Modern peri masali.
Film de bence harika uyarlanmis.

Bülbülü Öldürmek (To Kill a Mocking Bird): Gregory Peck'in her filmini izleme isteği ile dolduğum, harika çocuk oyunculuklarını da içeren yine bir dava, önyargı, ırkçılık filmi.

Artık sıkılma yaşını geçmiş, biraz biraz ciddi kitap okuyabilecek her çocuğun okuması gereken bir kitap.
İyi insan olmayı, doğru insan olmayı harika bir şekilde anlatmış.


Guguk Kuşu (One Flew over the Cuchoo's Nest): Jack Nickolson'ı nadir sempati duyarak izlediğim filmlerinden (Shining filmini izledikten sonra bir arkadaşımın Jack Nickolson'ın karısı olsam bu filmi izledikten sonra korkar eve almazdım yorumu aklıma geldi). Bu film bir yandan sonradan çekilmiş Deney filmine benziyor.


Filmi izledikten sonra kitabını da okudum ve çok beğendim. Ken Kesey bu kitabı yazmadan önce CIA tarafından finanse edilen bir psikolojik klinik deneye gönüllü olmuş ve oradaki deneyimlerinden esinlenerek bu kitabı yazmış.

Gücü elinde bulunduranın zalimliğini nasıl meşrulaştırabileceğini; ezerek, korkutarak nasıl bir hakimiyet kurabileceğini gösteren harika bir kitap. Bu kitabı okuduğumda imkanı olmayan insanlara üstten bakıp akıl vermenin ve ahkam kesmenin ne kadar manasız ve acımasız olduğunu tekrar hatırladım. Bazen üzerinize basan ağırlık bir kamyon olmayabilir ama görünmez şekilde baskısını hissedebilirsiniz...

Bu akıl hastanelerine eleştirel bakışla yazılmış bir örnek, bu minvalde örnekler okullarda, hapishanelerde, işyerlerinde, toplum düzeninde ve ailede sonradan oluşturulmuş rollerle gücü kötüye kullanma olarak net şekilde görülebilir.

Pi'nin Yaşamı (Life of Pi): İkinci kez izledikten sonra diyaloglara (aslında monologlara) daha fazla dikkat edip, daha fazla anladığım, neden tanrıya inanıldığına örnek olan bir film. Beni kitabı okumaya meraklandıran içerdiği değişik bakış açıları ve merak ettiğim simgeler.


Kitabı okuyunca iyi bir uyarlama olduğuna karar verdim.

Bir de filmini izleyip kitabını merak ettiğim filmleri listeleyeceğim ya da filmi çekilse nasıl olur diyeceğim kitapları:

Zorba (Zorba The Greek): Nikos Kazancakis'in aynı adlı romanından uyarlanmış Anthony Quinn, Alan Bates ve Irene Papas'nın mükemmel oyunculuklar sergilediği saygıdeğer bir film. Aslında Zorba uzun zamandır okumak için niyetlendiğim, nedense başlayıp bir nedenle devam etmediğim bir kitap.




Zübük: Aziz Nesin'in aynı adlı kitabından uyarlanmış film. Aziz Nesin'in harika göndermelerde bulunduğu filmin kitabında sözlerin altını çizerek okumam gerekir diye düşünüyorum ve kitabın tanıtımı ile bağlıyorum:
Şimdi çok iyi anladım ki, zübük bir tane değil, bia hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızda böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor, Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklerimizin biritek Zübükte birleştiğini görünce ona kızıyoruz.

Bu kısımda sevgili antilop arkadaşımın da ekleyeceği başlıklar olacaktır. Konumuza yakışır şekilde sözü sana bırakıyorum Haticim.

Certified Copy


Juliette Binoche güzellik, karizma, çekicilik ve anaçlığı bir arada toplayabilen ender kadınlardan biri.

Certified Copy'de de bunu çok güzel şekilde ortaya koyuyor ve buna rağmen nasıl kıymetinin bilinmediğini, eşeğin hoşaftan ne anladığını gösterme üzerine bir film.
Mekan harika. Sokaklarında yatsam yine memnun olurum diyeceğim harika bir İtalya kasabasında geçiyor. Arnavut kaldırımı, sokaklar, alçak katlı balkonları çiçekli evler, şık cafeler, fıskiyeli havuzlu meydanlar...
Film boyunca Elle (Juliette Binoche) ve James Miller'ın (William Shimell) esrarengiz ilişkisini, ilişkisizliğini gözlemledim.Filmdeki çerçeveler ve aynalar özellikle kişilerin yansımalarını göstermek için kullanılmış. Bu da herhalde Elle'in James'ı farklı şekilde gördüğünü ya da kahramanlar aynalarda kendilerine bakarken ne gördüklerini/nasıl görülmek istediklerini göstermek için kullanılmış.

Burada aklıma Rene Magritte'in 'This is not a pipe' adlı tablosu geldi. Bu bir pipo değil, pipo resmi:


Aynı kafamızdaki insanların aslında birer imge olmaları gibi...

Filme dönersem:
Güzel kareler ve çok iyi oyunculuklar içeren, daha çok bayanların seveceği türden izlerken düşünülmesi gereken bir film olmuş.


Find me guilty


Vin Diesel deyince aklıma kalın ses tonu ile saçsız, tshirt içinde patlayacak gibi kasları olan, kodumu oturtan abi modeli geliyor. Find Me Guilty filminde de aslında benzer bir imajı var, fakat bu sefer biraz mazlum ama gururlu bir kahramanı canlandırıyor. Diğer filmlerindeki hınzır, amiyane tabirle piç havadan ziyade daha arabesk delikanlı bir italyan mafya elemanı ortaya koyuyor.



Eğer yeterli zekada (çok zeki manasında demiyorum, eser miktarda olması yeterli) ve tutarlı olursanız bir de güzel bir şov sergileyek sempati toplayabilirseniz Amerikan halkının sizi bağrına basması içten bile değildir.

Elbette Amerikan adaleti hakkında bir uzmanlığa sahip değilim, sadece filmde gördüğüm çıkarımları buraya yazıyorum.

Ama kafamda bir yerlerde de senelerce izlediğimiz havalı avukat dizilerinden, filmlerden acaba tümü mü birer kurmacadır, yoksa gerçeklerden mi esinlenilmiştir bir düşünmek gerek. Sanki Amerikan rüyasının yanında kabusu da var ama biz onu pek görmek istemiyoruz...

Vicdanınız rahat mı?


12 Kızgın Adam (1957), Amerika'nın arka sokaklarında yetişmiş ve babasını öldürmekten yargılanan bir gencin 12 jüri üyesi tarafından suçlu olup olmadığı üzerine diyaloglar üzerine bir filmdir.
Filmde Sidney Lumet Amerika yargı sistemini eleştirmeyi amaçlamıştır. Filmin daha yeni versiyonu olan Jack Lemmons'ın oynadığı 1997 yapımını izledim. Bir kaç sene boyunca birkaç arkadaştan tavsiye üzerine filmi almıştım (1957 versiyonunu), bilgisayarı yedeklerken ya da yer boşaltırken yerim kalmadığında açıp çok genel bakıp 'İzlemem ben bunu'!!! diye düşünerek silmiştim.
Ardından yine ablamın tavsiyesiyle filmi arayıp buldum ama daha yeni çekilen versiyonuna ulaşabildim.
Filmi izlerken adeta bir tiyatro izler gibi oldum ve hem oyunculuklara hem de senaryoya hayran kaldım. Bence bu film aynı zamanda farklı insan tiplerinin, farklı bakış açılarının, olmayan, yanlış bakışların harika bir şekilde sergilendiği bir film.
İlk versiyon da bir o kadar etkileyici.


Bir gün arkadaş sohbetinde biraz kenara çekilip ikili diyaloglara bakın, konu siyaset olsun, konu müzik olsun insan ilişkileri ya da günlük rutin olsun. Gözlemlediğiniz insanların ne kadar derin/sığ, düşünerek/düşünmeyerek, cesur/korkak, vazgeçmiş/hırslanmış, önyargılı/nesnel, altı boş/birşeyler bilerek konuşmalarını inceleyin. Bir de bazı tanıdığınız insanların farklı farklı insanlara nasıl tavırlar takındıklarına bakın. Rahat olduğu arkadaş çevresinde, iş yemeğinde, yabancı ortamda nasıl davrandıklarına bakın. İşte her türlü davranışın özünü ve duruma göre nasıl ortaya çıktığını 12 Kızgın Adam'dan çıkarılabileceğini göreceksiniz.
Vicdan, sorumluluk, cesaret, hitabet, zeka, iyi niyet olunca çok şey yapılabileceğine emin olabilirsiniz.

12 (2007 - Nikita Mikhalkov) filminde ise, 12 Kızgın Adam'ı farklı şekilde yorumluyor ve bir adım öteye geçip sizi daha da derin düşünmeye zorluyor. Acaba iyilik yapma fırsatı ayağınıza geldiğinde vicdanınızı rahatlatmak yeterli midir? Yoksa daha çok çok şey yapabileceğiniz halde bahaneler bularak bundan kaçtığınıza kendinizi zaten inandırdınız mı? Bu kadar sevap point bana yeter mi diyorsunuz?

İzleyin ve görün, eğer düşünüyorsanız bu filmleri beğeneceksiniz.

4 Ocak 2013 Cuma

Anna Karenina

Leo Tolstoy'un aynı adlı eserinden esinlenerek yapılmış harika bir film.
Film bir tiyatro sahnesinden açılıyorç Filmin yarısında mekanlar tiyatro sahnesi, dekoru ve arka planında geçerken, diğer yarısı ise dış mekanda geçiyor.
Filmi tabiri yerinde ise ağzım açık şekilde izledim.
Bundan sonra yazacaklarım İngilizce tabir ile spoiler içerir, izlemeden fikir sahibi olmak istemeyenlerin okumamasını tavsiye ederim.



Film Rusya'da yüksek sosyetede yaşayan, iyi bir ailesi olan Anna Karenina'nın genç bir subay ile olan aşkı ve bunu özgür şekilde yaşama isteğini anlatıyor.
Film harika bir resim sergisi gibi sahneleri bir araya getirerek oluşturulmuş. Benim bu sergide vuran kısımlar şunlar:
Anna eve ilk döndüğünde geç vakitte kocası konuşmak istediğinde, saatine geç olduğunu vurgulayarak, "I do not want to talk. It is too late" demesi ve aslında saatin değil artık bazı şeyleri konuşmak için çok geç olduğunu vurgulaması ve Keira Knightley'i filmin bir çok sahnesinde olduğu gibi takdir ettiğim, pişmanlık, ne yapacağını bilememe, mutluluk bakışı:
Filmin birçok yerinde Keira Knightley bakışları ile bence harika oyunculuklar sergiliyor. Çok fazla duyguyu yüzünden harika bir şekilde gösteriyor.
Filmdeki at yarışı sahnesi yine nefesimin kesildiği ve vaaav dediğim anlardan biri. Aslında görevini yerine getiremeyecek hale gelince atını vuruyor ve Vronsky aslında Anna'yı da benzer zamanda vuruyor. Ve hayatında en çok Anna ve atını seviyor.

Filmde aynalar da çok güzel şekilde kullanılmış. Özellikle sonlara doğru Anna artık kendini yok ederken duvarların içine geçmiş gibi görünmesi ayrı bir etkili anlatım olmuş.

Bir de şu diyalog çok etkili ve bir çok filmde topluma aykırı davranan ve aslında çevresine göre üstünlüğü olan insanların normal insanlar tarafından yargılanmasını ve kıskanılmasını anlatıyor.

Anna'nın sürekli gözü dışarıda olan abisinin eşi ile karşılaştığında yaşadığı zorluk ve yengesine beni çok kötü görüyorsundur demesi üzerine:
"Hayır, seni kötü görmüyorum. Hatta senin yerinde olsam ben de aynısını isterdim, aşkı yaşamak isterdim. Ama bana kimse sormadı." diyor.

Bu içten yanıt aslında birçok insanın hasetinin altında yatan nedeni çok güzel açıklıyor.